29 Temmuz 2013 Pazartesi

YAZI MI TURA MI?..

YAZI MI TURA MI?

Elindeki demir 1’liği fırlattı. Öyle yükseğe çıktı ki kendi etrafında hızla dönerek 1’lik, bir an hiç yere düşmeyecek sandılar. Yerle buluşmasıyla üşüştüler üzerine “yazı mı” “tura mı”..?

Öylece baktılar demir 1 liraya. Sonra birbirlerine. Göz kapakları kaybolmuş kocaman 2 çift göz birbiriyle buluştu. “Tura” “Çaresi yok, sen” dedi Ali; “sen gideceksin…” Erdem gözünü endişe ve pişmanlık yüklü Ali’nin iki gözünden ayırdığında kaldırımın kenarında otururken buldu kendini. İki elinin arasına aldığı başını ovuşturuyor, kendi kendine söyleniyordu “Neden ben?” Oysa öylesine adaletliydi ki yaptıkları. Seçenekler belliydi. Ya Ali gidecekti ya da kendisi…

Babası 30 yıl sigara içtikten sonra amansız hastalığa yakalanmış, rahmetli olasıya kadar da Erdem’e “içme oğul şu mereti, bak ben neler çekiyorum” diye sızlanıp durmuştu. Erdem küçük yaşlardan itibaren babasının sigarasından nasiplenmiş, üst solunum hastalıklarından yana da fazlasıyla muzdarip yaşamaya devam etmekteydi. Öyleyken bırakmadı, bırakamadı şu mereti…

Şimdi ise Jandarma yolundaydı… Dün sigarayı bırakmış; üzgün, vicdanı dağlanarak… Yürüdü, yürüdü… Kasabanın en büyük kahvehanesindeki televizyondan gelen sesle irkildi, durdu, dinledi “Hektarlarca orman sigara izmaritinden çıktığı belirlenen bir nedenle kül oldu. Yangın ancak sabah saatlerinde kontrol altına alınabildi…” Başını önüne eğdi, kendi kendine mırıldandı “babamı aldı, şimdi de geçim kaynağımızı, geleceğimizi, bizim yüzümüzden…” Kahveci Rıza “Neyin var delikanlı” diye seslenecek oldu. Erdem “ben yaktım, biz yandık…” diyerek kafasını iki yana sallıyordu. Rıza ne olduğunu anlayamadı. Boş verdi ve başı önünde yürümeye devam etti…

Jandarma kayıtlarından: “İki arkadaş kasabanın yakınındaki köyde yaşıyorlar. Birlikte ormanda gezinti yaptıktan sonra dinlenmek üzere kuru çalılıkların ve kuru otların bulunduğu mevkide oturuyorlar. Birer sigara yakıyorlar. Dinlendikten sonra sigara izmaritlerinin üzerine basarak, söndürüyorlar. Yarım saat sonra kuru otlar alev alıyor ve ormanlık alana sirayet ediyor. Hektarlarca orman kül oluyor…”  

“Erdem R. ifadesinde pişmanlığını dile getirirken, ‘yazı-tura’da kazanan ve vicdan azabından amansız hastalığın pençesine düşen Ali N. de pişman olduğunu ifade ederek 2 ay sonra teslim oldu. Şahıslar tutuklanarak cezaevine sevk edildi…”

Hikâyemizdeki Ali mi suçlu, yoksa Erdem mi? Belki aracıyla yoldan geçen ve sigarasını söndürmeden “kendisine göre yolun kenarına” fırlatıveren… Ya da ormanlık alanda piknik yapıp, mangal keyfi sonrası mangalını söndürmeden öylece çekip giden… Kırık cam ve şişe parçalarını hoyratça ormana atan?..

Soruları bir de şöyle soralım “Bize  orman sevgisi, ormanlarımızın değerlerini bilmeyi öğretemeyenler mi? Orman yangınlarına karşı yeterli önlemi alamayanlar mı? Yaz geldiğinde aşırı sıcaklarla birlikte şu yangınlarla ilgili uyarı yapan televizyonların uyarılarını algılayamayan, önlem alamayanlar mı, kim suçlu?”

Sen mi, ben mi; siz mi, biz mi; onlar mı?..

"Yazı mı tura mı?.."

Suçlu ararken, yeni bir orman yangını haberi daha geldi az önce…

Ormanlarımız yanıyor, kül oluyor; yanıyoruz, kül oluyoruz…

Yazık…

23 Temmuz 2013 Salı

NEYİN KIYMETİNİ BİLİYORUZ Kİ?..

NEYİN KIYMETİNİ BİLİYORUZ Kİ?

Her yeni güne ülkemi derinden üzecek yepyeni bir olayla başlıyoruz.

Bugünkü üzüntü haberimiz Bodrum’dan. Ne yazık ki milli atlet Murat Karabaş’tan.  8,5 Metrelik bir izolasyon çukuru mezarı oldu. Ne işi vardı milli atletimizin o derinlikteki bir çukurda?..

Yeni nişanlanmıştı. Gencecikti, idealleri vardı, 29 yaşındaydı Murat. Dünyaevine girecekti; bu umutla para biriktiriyordu belki de. Ege Üniversitesi Beden Eğitimi mezunuydu. KPSS’ye girdi “öğretmen olurum” umuduyla.  

Bekliyordu...

Burası Türkiye’ydi. Burada öyle boş boş beklenmezdi. Boş duranı zaten Allah da sevmezdi. Öyle “milli atlet” olmuşsun falan, "hikaye"ydi. Ağabeyinin yanında inşaatlarda çalışmak zorundaydı. “Milli” idi, ağabeyi tarafından koruma altına alındı. Üstelik karşılığında hatırı sayılır mı bilinmez “bir ücret” de alıyordu.

Ortakent-Yahşi’deki bir kolejin yan duvarlarına izolasyon yapılacaktı. Çalışmaya başlamışlardı. Murat Karabaş kazılan çukura inmişti. Müthiş bir gürültüyle çöktü çukur. Okul yöneticileri ve çevredekiler koşuşturdular telaşla. Murat Karabaş çukurdaydı. Kurtarma ekipleri çağırıldı. Jandarma geldi…

1500, 5 bin ve 10 bin metreye meydan okumuştu. Türkiye rekorları kırdı. Lakin 8,5 metrelik çukura yenik düştü.

Geride nişanlısıyla çektirdiği “mutluluğun fotoğrafı”, acı, hüzün ve kadir kıymet bilmeyen, değerlerini bozuk para gibi harcamakta üstüne olmayan bir anlayış bırakarak gitti milli atletimiz Murat Karabaş.


Türk Sporu’nun, Türkiye’nin, hepimizin başı sağ olsun, bu son olsun...

16 Temmuz 2013 Salı

SAĞLIKTA BÜYÜK REFORM (!)

SAĞLIKTA BÜYÜK REFORM (!)
Heyecanlanmayın efendim o kadar… “Bundan böyle vatandaşın tüm sağlık giderleri Devlet tarafından karşılanacak, cebinizden kuruş çıkmayacak. Özel, üniversite, Devlet fark etmez hangi sağlık kuruluşuna giderseniz gidin tüm hizmetlerden ücretsiz yararlanacaksınız” falan demiyorum.
Bunları çoktan geçtik…
Ülke gündemi o kadar hızlı değişiyor ki; bir gün Anayasa tartışması, terör, Balyoz, derken Gezi Direnişi, seçimler, Fenerbahçe, Beşiktaş, UEFA, şike, doping…
Bu yoğun gündem içinde yine büyük olasılıkla gözlerden kaçan büyük reformumuz (!) SGK’nın “ölümcül tasarruf”udur ve özellikle dikkatinizi çekmek isterim:
“Sosyal Güvenlik Kurumumuz (SGK) tek kullanımlık malzemeleri kullanan hastanelere uygulanan 10 bin liralık cezayı kaldırdı ve bu malzemelerin tekrar tekrar kullanılabilmelerinin önünü açmış oldu. Üstelik kritik ameliyatlar da bu kapsamda…”
Amaç özel sağlık kuruluşlarından alınmakta olan sağlık bedelini artırmamak. İşin sağlık hizmeti bekleyen vatandaşla ilgisi yok anlayacağınız. Örneğin kalp anjiyosu oldunuz, tıbbi malzeme sizde ilk kez kullanıldı. Sizden sonraki hasta ya da hastalarda da bu malzemeler kullanılabilir demek isteniyor, meali bu.
Hemen öfkelenmeyin “nasıl olur, öyle şey olur mu” falan demeyin canım. Ameliyat sonrası herhangi bir olumsuz durum gerçekleşirse siz sorumlu değilsiniz. Sorumluluk tamamen ilgili sağlık kuruluşunda ve hekimde olacak. Siz korkmayın yani (!)
SAĞLIKTA TASARRUF OLUR MU?
Olmaz mı hiç? Tıbbi malzemeler üst üste kullanılınca hastanelerin giderleri azalacak, daha fazla kar edecekler. Böylelikle hastanelerin SGK’ya fatura edecekleri bedeller de düşmüş olacak. Al sana bal gibi tasarruf…
Sağlık Bakanlığı’nın ilgili genel müdürlüğünün geçtiğimiz yıllarda yayımladığı “sterilizasyon” konulu genelgesi ise bu uygulamayla tam bir çelişki niteliğinde. “Tıbbi malzemeye rutin sterilizasyon uygulansa bile malzemenin yapısından kaynaklı olarak işlemin başarılı olmama riski var”.
Katarakt ameliyatı olduktan sonra “gözlerini kaybetme” riskiyle karşı karşıya kalan vatandaşları unutmamışsınızdır umarım. Üstelik bu skandal İzmir’de olmuştu hatırlarsanız. Tıbbi malzemenin sterilize edilerek (!) tekrar kullanımı neden olmuştu bu vahim skandala.
BİZLER DE BİŞEY YAPMALIYIZ
Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası ve Tabip Odaları bu duruma tepki gösterdi. Bilhassa özel hastane ve vakıf üniversitelerinde “tıbbi malzemenin birden fazla kullanılmasının” önünü açan bu uygulamaya bizler de karşı durmalıyız vatandaş olarak.
En büyük zenginliğimiz “sağlığımız” elden ele dolaşıyor. Sağlık kuruluşlarımız da öyle. Üç kuruşluk tasarruf için maliyeti herhangi bir bedelle ifade edilemeyecek “can”ları heba etmeyelim ne olursunuz…
Yaradılanı, Yaradan’dan ötürü sevelim…
Sağlıkla;  sağlıcakla kalın…

12 Temmuz 2013 Cuma

BİREYSEL SİLAHLANMAYA HAYIR



BİREYSEL SİLAHLANMAYA HAYIR!..
Son yıllarda maganda kurşunuyla yaralanan ya da ölen ne kadar çok vatandaşımız oldu öyle değil mi? Yaralananlara acil şifalar, yitip gidenlere de rahmet dilendi. Yaralılar için “Umut”, maganda kurşunlarına hedef olup yitirdiklerimiz için ise acı ve gözyaşı vardı.
İçinde “Umut” geçen her cümlede, geçen yıl parkta oyun oynarken bir maganda kurşununa hedef olan 6 yaşındaki yavrucak gelir aklıma. Ne acıydı. Gözyaşları sel olmuş, Emniyet yetkilileri katili yakalamak için insan üstü emek sarf etmişti.. Minik Umut “bireysel silahsızlanma”nın simgesi haline gelmişti. Katil zanlısı yakalandı. Ömür boyu hapis istemiyle Ağır Ceza’da yargılanmaya başlandı. Zanlı 2.oturumda “delil yetersizliğinden” tahliye edildi. Ancak başka bir suçtan tutuklu yargılandığından serbest bırakılmadı (!)
Maganda kurşunuyla ölen çocuklar, gençler; insanlarımız…
Yolda yürürken, parkta oynarken ya da düğünde… Ölenlerin kesin sayısı ile ilgili resmi bir kayda rastlamasam da böyle talihsiz bir şekilde kaybettiğimiz o kadar çok insanımız var ki.

KURŞUN’UN YORGUNU MU OLUR?
Daha birkaç gün önce 21 yaşındaki üniversite öğrencisi Ahmet Doğan’ın “yorgun bir kurşun”a hedef olduğunu; ucuz kurtulduğunu öğrendik. Literatüre kurşunun yorgunu da girdi. Allah’tan “yorgun kurşun”muş.  
Bu yılın başında benzer “yorgun kurşun”lardan birine hedef olan 11 yaşındaki Arif ise ne yazık ki Ahmet kadar şanslı değildi. Kurşun yorgundu ancak onun minik bedenine fazla gelmişti.
İzmir’de “Bireysel Silahlanmaya Tepki Platformu”nun ve halkla ilişkiler dünyasının duayenlerinden Sevgili Sancar Maruflu’nun bu konuda ortaya koydukları eylemli tepkilerini destekliyor; “Bireysel Silahlanma” karşıtı söylemlerin "gündemden düşürülmemesini" diliyorum.
Geçtiğimiz yıl “bireysel silahlanma karşıtı oluşturulan kamuoyu” sayesinde Uluslararası İzmir Fuarı’ndaki standını terk etmek zorunda kalan silah firmalarını hatırlatmak isterim.
Bireysel silahlanmaya karşı da toplumsal tepki gerekir ve etkisi kanıtlanmıştır.
Bireysel silahlanmaya hayır!..

10 Temmuz 2013 Çarşamba

KOMŞU KOMŞUNUN GÜRÜLTÜSÜNE

KOMŞU KOMŞUNUN GÜRÜLTÜSÜNE
Yorucu bir iş gününün ardından eve zor attınız kendinizi. Şöyle ayaklarınızı uzatıp biraz dinlenmek niyetindesiniz. Küçük bir serinletici duş ardından hedefinize ulaştınız. Tam ayaklarınızı uzattınız, dinlenmeye yeltendiniz, beyninizin içine işlercesine çalışan bir “matkap”, “dikiş makinesi” ya da avazı çıktığı kadar havlayan, hatta uyku moduna girdiğiniz gecenin bir yarısı tuvaletini yapmak üzere sokağa çıkarılan komşunun “şirin köpeği”
Sizin de yaşadığınız çevrede gürültü potansiyeli yoğun, birçok örneğiniz vardır muhakkak.
Bugün gazeteleri tararken gözüme ilişen konuyla ilgili haberi, kısmen bildiğimiz ancak malumun teyidi niteliğindeki içeriği de sizlerle paylaşmak istedim.
Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Dairesi Başkanlığı, internet sitesinde yer alan sıkça sorulan sorular bölümünde gürültü yapılamayacak saatler konusunda halk bilgilendiriliyor.  Gürültü suçunun 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu ve 2872 sayılı Çevre Kanunu hükümleri çerçevesinde yürürlüğe konulan Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği ile düzenlendiğini açıklayan müdürlük, gürültünün Türk Ceza Kanunu’nun 123 ve 183’üncü maddelerinde “Kişilerin huzur ve sükûnunu bozma ve gürültüye neden olma” yönüyle suç olduğunun altını çiziyor.

TENCERE TAVA HEP AYNI HAVA
Gezi direnişine destek olmak için tencere tava çalan vatandaşlara uygulanan cezai müeyyideler ise belleklerimizde tazeliğini koruyor. Kabahatler Kanunu’na muhalefetten kesilen cezaların gerekçelerinde gürültü yaptıkları ve bazı vatandaşların şikayetlerinin etkili olduğu ifade ediliyor.
Ceza kesilen yurttaşlar ise “demokratik hakların kullanımı” bağlamında tepkilerini ifade ettiklerini söylüyor.

19.00-07.00 ARASI HUZUR
Diğer taraftan “Her ne surette olursa olsun mesken içinde ve dışında gürültü seviyesi 65 desibelden yüksek olamaz. Ev içi yaşamdan kaynaklanan gürültü esas olarak Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği’nde düzenlenmemiştir. Ancak ev içinde motorlu aletler, matkap gibi araç ve aletler yönetmelik kapsamında gün içerisinde 19.00 ile 07.00  saatleri arasında kullanılamaz” ifadelerine yer verilen sitede çok hassas ve  hassas kullanımların içinde ve bu kullanımlardan itibaren en az 350 metre mesafede mekanik veya motorlu dikiş makinesi, matkap, testere, öğütücü, çim biçme makinesi, koşu bandı veya benzeri araçların 19.00-07.00 saatleri arasında çalıştırılması veya çalıştırılmasına izin verilmesinin yasak olduğuna da vurgu yapılıyor.
Aynı internet sitesinde komşunun “şirin köpeği” ile ilgili bir ibareye rastlayamasam, hani sözüm ona üremesinler diye “kısırlaştırılan” zavallı sokak köpeklerinin sabaha kadar havlamalarıyla, yoldan gelip geçene havlayıp saldırmalarıyla ilgili olarak bir bölüm bulamadıysam da ilgili yerel yönetimlerin bu konudaki tavrını bildiğimden çok üzerinde durmuyorum…
Komşuluk güzel şey. Her an yanınızda, başınız dara düştüğünde ilk adresiniz olabilme özelliğiyle huzur veriyor size. Bugün birçoğumuzun şikayetçi olduğu apartman hayatlarının “asosyal”, “kim kime dum duma” hallerini bir yana bırakarak.
Birbirinin hakkını gözetip, saygı duyarak. En azından 19.00-07.00 saatleri arasında.

Demokratik hakların kullanımı gerekçesi; demokratik çerçeve ve karşılıklı hoşgörü içinde olmak koşuluyla -tepkinin ifade edildiği erkin yurttaşları en kısa sürede anlamaları ve iktidar istiyorlarsa kendilerine çeki düzen vermeleri dileği ve beklentisiyle- hariç…



8 Temmuz 2013 Pazartesi

TECRÜBE İYİ BİR GÖZLÜKTÜR

TECRÜBE İYİ BİR GÖZLÜKTÜR

Küçük molalar iyidir. En son yazımda sinema molası vermiştim hatırlarsanız. Bu defa birkaç günlüğüne de olsa ailemle zaman geçirebileceğim küçük bir tatil arası verdim. 

Tatil deyince; öyle uzun uzadıya yurt dışına falan gitmiş değilim. Hoş niyetlensem de gidemem. 10-15 Yıl önce, bir küçük Rodos kaçamağımız bile "katamaran arıza yaptığı" için ve "olumsuz hava koşullarından" dolayı gerçekleşememişti. Onca hazırlık; pasaport, belge ve koşuşturmaca boşa gitmişti. Marmaris'te hava koşullarının düzelmesini ve katamaranın tamirini, bir otelde 2 gün süreyle beklemiş; neticede boynumuzu büküp İzmir'e dönmek zorunda kalmıştık. 

Seyahati çok olan bir iş yerinde tüm Ege Bölgesi'nin yanında; İstanbul, Ankara hatta Çorum'a kadar gittim. Yurt içinde Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu'nun bir bölümü dışında görmediğim yer neredeyse kalmadı.. Üniversite yıllarımda Van ve rotasındaki tüm kentleri görmüş bazılarında konaklamıştım. Yurt dışı görevi çok olan başka bir iş yerinde ise bu şansımı "idealizm"e kurban ederek kullanmadım. Daha sonra aynı iş yerinde çay ocağında çalışan arkadaşlarım bile yurt dışına gönderildiler. "Helal-i hoş olsun" Küçük bir Kıbrıs çıkartması da yaptım bu arada geçtiğimiz yıllarda, yani şeytanın bacağını kırdım.

Gelelim bu yılki küçük tatile. Hafta sonları zaman buldukça yaptığımız "günübirlik" tatiller vardır ya. İşte o türden bir tatil oldu. Ramazan ayı öncesi olduğundan ve "erken rezervasyon" alışkanlığımız olmadığından -kaldı ki olsa da iş, güç doğru zaman dilimini kestirememekten-   sektörel tabirle "yüksek sezon"da otellerde mükellef bir tatil için bütçemize uygun bir yer de bulamadık.  Hiçbir yerde konaklamadan ve çoğunlukla kızımla İzmir'e 1-2 saat mesafedeki tatil beldelerine uzadık. Bir gün Çeşme ertesi gün Çeşmealtı; sonra  Foça daha sonra Kuşadası gibi. 

Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüklerimizi mi anlatalım? Neler görmedik ki?

- 2 şezlong 1 şemsiyeye 40-50 lira ödendiğini,
- Bazı kurumlarımız tarafından tatil beldelerimizde işletilen bazı tesislerin bakımsızlığını,
- Tesislerin denetimden yoksun olduğunu,
- 1-1,5 saatlik mesafelerin, trafığin kontrolsüz ve keşmekeşe dönüşmesinden dolayı 3 saatlere çıktığını,
- Sahile ve denizlere türlü atığın gerek karadan gerekse denizden boca edilmeye devam edildiğini, (karşıki adalardan yabancı bandıralı gemilerin boşalttıkları iddia edilen sintine ayrıntısını (!) ve bu arada da poşetlerin rüzgar tarafından denize taşındığını aman unutmayın (!))
- Kötü animatörlerin bozuk Türkçe ve İngilizce ile yaptıkları berbat anonsları, son heceyi kulağı tırmalarcasına  vurguladıklarını, (gelmektedir-rri, bekliyoruz-zzu, günaydın-nnı)
- Piknik insanı vatandaşımızın her durum ve şartta istediği yere yayılarak çayını, mangalını yapabildiğini,
- Pahalı tatil beldelerinde  ne yazık ki süpermarketlerin, fiyatlarıyla denizden yararlanmak isteyen fakir fukaranın cankurtaranı olduğunu,
- Turistlerin yolunacak kaz gibi görülmeye devam edildiğini gördük.

Bir sonraki yıl, ölmez sağ olursak sigortalı "erken rezervasyon"u tercih edeceğiz. Her ne kadar "herşey dahil" sisteminin dezavantajlarından da dem vursak... 

Ünlü şair Henrik Ibsen'e kulak verip; tecrübenin iyi bir gözlük olduğunu hesaba katarak, deneyimlerimiz sayesinde ikinci defa daha iyi görebileceğimizi unutmadan...

KUTLUYORUM: Tüm Müslüman coğrafyasının; inanarak ve tüm karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek orucunu tutan müslüman kardeşlerimizin kutsal Ramazan ayını kutluyorum. Ramazan ayının egemenlerin baskı ve zulmü karşısında ezilenler; darbenin her türlüsüne kafa tutanlar; hak, adalet, özgürlük, eşitlik ve daha yaşanılabilir bir Dünya için direnen hangi dinden olursa olsun tüm insanlık için de "umut" olmasını diliyorum.












28 Haziran 2013 Cuma

SİNEMA MOLASI

SİNEMA MOLASI

Son günlerde yaşadıklarımız; Türkiye’nin içinden geçtiği zorlu süreç, Gezi Olayları, terör olayları, üzüntülerimiz, celallenmelerimiz, durulmalarımız; yaşadığımız kente, ülkeye ve dünyaya dair gelişmeler… 

Küçük bir film arası, biraz "soluklanma"...

Yazarı Ethem Özışık bizden; yönetmeni Murat Şeker, yapımcısı Nilgün Sağyaşar, oyuncuları “tekmili bizden” keyifli bir sinema molası… ”100’de 100 yerli”“Aile-Komedi” türünde. Kızımla birlikte, Arkadaşım Max’i izledik. Müthiş keyif aldık. 

Ataberk Mutlu (Deniz), Ani İpekkaya (altın kalpli zeytinyağı tesisinin sahibesi Aliye Hanım), İnci Türkay (anne), Murat Akkoyunlu (baba), Burçin Bildik (Aliye Hanım’ın yeğeni) ve Hande Katipoğlu (Aliye Hanım’ın yeğeninin eşi)… Daha onlarca başarılı oyuncu ve takdire şayan oyunculuklar…

Başrolde, bir yetenek yarışmasında ortaya koyduğu şovlarıyla Türkiye’nin büyük beğenisini kazanmış süper köpek “Max”. Max’in performansı tartışma götürmez. Öyle ki filmin yönetmeni Murat Şeker bakın filmi “Arkadaşım Max” ve muhteşem oyuncusu için neler diyor “Aklımda bir çocuk filmi yönetmek vardı, bir senaryo yazıyordum, Nilgün Sağyaşar bana projesinden söz edince çok heyecanlandım. Bir köpek ile çalışmak önceleri beni tedirgin etmiş olsa da sonra işimin oldukça kolay olduğunu gördüm. Bunun nedeni de Max’in son derece uysal ve yetenekli olmasıdır. Oldukça zeki bir köpek olmasından dolayı çekimler sırasında hiçbir zorluk yaşamadık.  Arkadaşım Max, bütün çocukların severek izleyeceği bir film oldu"

Dostluğun önemini ve değerini bilirsiniz. Arkadaşım Max de aslında 7 yaşlarındaki Deniz’in yalnızlığını paylaştığı akıllı köpekle dostluğu üzerine örülmüş bir öykü. Sürükleyici, bol kahkaha garantili.

Kah Bozcaada, İzmir; kah İstanbul’dan otantik ve tamamen bizden mekanlarda gerçekleştirilen çekimler, keyifli efektlerle sizi sıkmadan öykünün içine çekiyor.  

Tam bir yaşam mücadelesi; aile, iyiler-kötüler, dostluklar düşmanlıklar, güven, türlü ayak oyunları ve bunlarla başa çıkmanın yolları, iyiliğin ve sevginin egemenliği; ortak yaşam…

ÖNERİRİM

Henüz izlemediyseniz, ailenizle birlikte bu hafta sonu programınıza alın. “Beyaz Perde” Türkiye’de iyi işler yapmaya devam ediyor. Özellikle son 10-15 yılda seyirciyle buluşan filmler ortada. Öylesine destek olmayacaksınız, keyif alacaksınız ve “Arkadaşım Max”i izledikten sonra arkanıza yaslanıp “evet Türk Sineması iyi yolda” diyeceksiniz.

Unutmadan, Türk Sineması 3 boyutlu filmler için de sürprizler hazırlıyor. 

Türk Sineması'na da sahip çıkmak lazım. 

Zamanında değerini bilmediğimiz, sahip çıkmadığımız çok şeyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadık mı?..

19 Haziran 2013 Çarşamba

HAYAT BAYRAMDI

HAYAT BAYRAMDI

Bugün hava güzel. Güne şık bir başlangıç yaptım. Eşimin gülümsemesi, çocuklarımın cıvıl cıvıl sesleri beni bir kez daha hayata bağladı. “Akşam görüşmek dileğiyle” ve içten bir gülümsemeyle vedalaştım evdekilerle. Asansörün kapısında komşumla karşılaştım. “Günaydın” dedim. Sohbet ettik bir süre; havadan, sudan. Ayrıldık sonra. Otobüs durağıyla evimin arasında komşularıma “merhaba, günaydın” dedim;  köpeklere, kedilere “sevimli bir gülümseme” ile yaklaştım;  temizlik işçisine “kolay gele” dileğinde bulundum. Hayat bana gülümsüyordu.

Otobüs beklerken cüzdanıma baktım. Param yoktu, kredi kartlarım çoktu. Nasıl olsa bedavaydı her şey kredi kartlarımla. “Allah yokluğunu hissetirmesin”di. “Olsun”du. Kent kartımı dün doldurtmuştum. Şoföre “günaydın” dedim, gülümsedi; hal hatır sorduk birbirimize. Sonra ilerledim otobüsün arka tarafına doğru. Otobüste ayakta yolcu yoktu. Otobüs klimalıydı. Otobüs işletmecisi karar almıştı “bundan böyle ayakta yolcu taşınmayacak, klimasız otobüs olmayacak”tı. Metro İstasyonu ile otobüs duraklarının arası çok uzaktı. Üstelik her iki durak arasında da aynı uzaklık vardı. “Ulaşımda böyle entegrasyon olmaz, lütfen otobüs duraklarını istasyona yaklaştırın” ricasında bulunmuştum. Gerçekleşti. Otobüsten indim, hemen metro istasyonuna geçtim. Güvenlik görevlisi engelli bir vatandaşa güleryüzle yardımcı oluyordu. Turnikelere geldiğimde bir başka görevli bana gülümseyerek “günaydın” dedi. Gülümsedim, günaydın dedim.

Çalıştığım semte  ulaştım. İnsanlar gülümsüyordu. Sürücüler yaya geçitlerine yaklaştıklarında hızlanmıyor aksine yavaşlıyorlardı. Kuraldı bu ve bunu iyi biliyorlardı. Durdular. Biz geçtik. İş yerimin olduğu binaya geldim. Görevlimiz “merhaba” dedi, ben de selamladım, günaydın dedim. Gülümsedik birbirimize.

Bilgisayarımı açtım. Haberlere baktım. Haberler gülümsüyordu. Ekonomide olumsuz oranlar düşmüş; kredilendirme kuruluşları bizi “süper” değerlendirmişti. İşsizlik çözülmüştü. Ekonomi düzelmişti. Dedim ya “her şey yolunda”ydı. Petrol kuyularımızdan petrol fışkırıyor; doğalgaz rezervlerimizin de farkına varıyorduk. “Üstelik hepsini biz çıkarıyor, biz işletiyorduk” Üniversiteler parasızdı. İşsizlik ödenekleri artırılmıştı. Emekliler mutlu idi; dul, yetim sahipsiz değildi. İşçi, memur kalkınmada “emek” sahibiydi ve yüzü gülüyordu. Gençlik inançlı, kararlı, dinamikti.  Yaptıkları sağlıklı bir gelecek için spordu. Her nevi “mesaj” kaygılarını gidermişlerdi. Gençlik ve spor bayramdı.  Egemenlik kayıtsız şartsız “milletin”di. Çocuklar bayramı alternatifsiz kutladı. Saygı, sevgi, hoşgörü vardı…

Hayat bayramdı.

Durdum…

14 Haziran 2013 Cuma

“SANSÜRSÜZ”, “ÖZGÜRCE”

“SANSÜRSÜZ”, “ÖZGÜRCE”

Şu son 15-20 gün içinde olup bitenden sonra cevap bulamadığım o kadar çok “sorum” birikti ki. “Gezi Direnişi” ile başlayan ve onun doğurduğu bir tomar soru. Bu soruların yanıtlarını zaman içinde bulmayı umuyorum. Ancak bunlardan en önemlisi ve beni en çok düşündürenini size açmak istiyorum:

“Neden çoluk çocuğunuzu alıp bu ülkeden kaçıyor, başka bir ülkede yaşamak istiyorsunuz kardeşim? Bu cennet vatan bırakılır mı hiç?..”

İnanın son günlerde en çok düşündüğüm soruların başında geliyordu bu ve benzeri sorular. Bu soruları yıllar içinde; gerçekten de çoluk çocuğunu alıp bir başka ülkeye giden ve orada yaşamaya başlayan çok sevdiğim bazı arkadaşlarıma yöneltmiştim.  Ancak biliyordum ki “sevgi emek ister”. Yurdunu ve ulusunu seviyorsan “emek” verecek, “çözüm” üretecek, “çalışacaksın”. Kaldı ki sana emanet edilen bu yurdu “demokratik, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti”ni sonsuza kadar koruyacak ve savunacaksın. Tehlike nereden ve kimden gelirse gelsin…

Yurt dışında çocuklarıyla birlikte yaşama kararı alan arkadaşlarımın ülkenin geleceği ile ilgili çok olumsuz düşünceleri var mıydı bilmiyorum. Eğer var idiyse şu son yaşanan “Taksim Gezi Parkı”nda direniş ile başlayan ve dalga dalga tüm yurda yayılan demokratik tepkileri nasıl yorumladılar acaba?

Doğru ya onlar “Gezi Direnişi”ni “sansürsüz” olarak yaşadıkları ülkelerin televizyonlarından izlediler. “Vandalist” yaklaşımlarla, toplumun önemli bir kesiminin “demokratik taleplerini” birbirinden ayırmışlardır umarım. Telefonla ya da “sosyal medya” üzerinden yapacağım ilk görüşmede soracağım.


Acaba yaşadıkları ülke dahil Dünya’nın her köşesinden tüm haberleri “sansürsüz” izleme ve “özgürce” yaşama istekleri miydi onları başka bir ülkeye taşıyan?..

13 Haziran 2013 Perşembe

SEN DE BİR"GENÇ" OLACAKSIN

SEN DE BİR “GENÇ” OLACAKSIN

Sevgili Oğlum,

Bugün yeni yaşına giriyorsun. Annen benden önce davrandı ve -belki siz büyüdüğünüzde daha farklı versiyonlarıyla devam eder bilemiyorum- “sosyal medya” üzerinden sana dileklerini iletti bile. Bugün “facebook” üzerinden bir gönderide gençlere hitaben “yaşanan direnişin ve gençlerin özgürlük taleplerini içeren mücadele ve dayanışma yüklü” duruşun “en güzel ve en anlamlı” “Babalar Günü” armağanı olduğu yazıyordu. “Beğendim”

Bugün gençler, “internet”i, “dijital platformları” ve “sosyal medya”yı müthiş bir şekilde kullanıyorlar. Ablan da çoğunlukla “oyun” için de olsa “teknoloji” ile şimdilik ilgili görünüyor.

Annen ve ben senin “demokrasiye inanan, laik ve çağdaş” bir birey olarak yetişmen için ne gerekiyorsa yapacağız. Tüm düşüncelere “saygılı”, “hoşgörülü” ve “sevgi” dolu bir “genç”, “yurttaş” olman için elimizden geleni yapacağız.

Bugün çok şirin bir bebeksin. Büyüyecek ve sen de bir “genç” olacaksın. Sana ilk doğum günü hediyem “demokratik, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk” ün “gençliğe hitabesidir”

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. 

İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! 

İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Evimizin neşesi, gülen yüzü sonsuza dek gülesi yakışıklı oğlum,

Doğum gününün ikinci hediyesi ise "Şeyh Edebali"nin oğluna yazdığı nasihatinden bir bölümdür:

“… Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.

6 Haziran 2013 Perşembe

FAZIL SAY-SERENAD BAĞCAN

NAZIM HİKMET MEMLEKET
“……
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim”

Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi yine müthiş bir Türk “şair”e, bu müthiş “şair”i dile getiren harika bir “ses”e ve “şair”i notalarla tanıştıran bir “piyano virtüözü”ne ev sahipliği yaptı.

Şair “Nazım Hikmet”, o harika ses “Serenad Bağcan” ve piyano üstadı dünyaca ünlü Türk piyanist “Fazıl Say”.

İyi ki vardınız, iyi ki varsınız…


KONSERDEN…

Geçtiğimiz akşam İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi yine hınca hınç dolu; içeriğiyle ve müzikalitesiyle bir kez daha tarihi bir konsere tanıklık etti. Sanırım piyanist-besteci Fazıl Say’ı anlatmama gerek yok. Le Figaro zaten her şeyi özetlemiş “O, sadece dahi bir piyanist değil; şüphesiz 21.yüzyılın en büyük sanatçılarından biri olacak”.

O gece sahnede; İzmirli sanatseverlerin büyük beğenisini kazanan ve gerek Fazıl Say’ın gerekse nağmelere döktüğü sözlerin enerjisini çok iyi içselleştirip izleyiciyle paylaşan bir isim daha vardı:

“Serenad Bağcan”

Aileden müzisyen, hayatı müzik… Kendisinden bir “Türkü” dinlemeyi de heves ettim doğrusu eserleri seslendirirken. Önümüzdeki günlerde adını sıkça duyarız diye düşünüyorum.

İSTİKLAL MARŞI

Ünlü piyanist girişte yaptığı konuşmada ülkemizin içinden geçtiği zorlu sürece vurgu yaptıktan sonra konserine “İstiklal Marşı” ile başladı. Salon büyük bir coşkuyla, Say’ın piyanosu eşliğinde “İstiklal Marşımız”ı okudu.

Salonda; sahne arkasında dev bir Nazım Hikmet görseli, izleyiciler arasında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, İzmirli sanatseverler, coşku ve katılım vardı ancak en önemli ayrıntılar unutulmuştu:

Ne yazık ki bir “TÜRK BAYRAĞI” ve “ATATÜRK” görseli...

İLK ŞARKILAR

Memleket şairi Nazım Hikmet’in büyüklüğünü anlattığı konuşmasının ardından parmakları piyanosu ile buluşan Fazıl Say;  “Memleketim” adlı şarkının ardından, “Metin Altıok”, “Cemal Süreya”, “Ömer Hayyam”, “Can Yücel”, “Pir Sultan Abdal” ve “Orhan Veli”nin sözlerine hayat verdi. O kadar sürükleyiciydi ki; normalde ara verilmesi gereken konserde, izleyici bu ayrıntıyı “takmadı”. Mozart ve Fazıl Say’ın balladları devam ederken salonda bir çıt bile çıkmazken, seyirci fire vermeden konseri tamamladı.

“TAVA”LI FİNAL

Konserin sonu da konserin başlangıcı gibi “çok sesliydi”. Ünlü besteci-piyanist Fazıl Say sanatçı Serenad Bağcan ile “tava” çalarak “Taksim Gezi Parkı” direnişine destek verdi. İzleyiciler de sanatçılara eşlik ederken, “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganları ile salonu adeta çınlattı.

Konsere gitmeyenler için kısaca aktaracaklarım böyle ancak; içinde “Fazıl Say”, yeni tanıdık ancak gelecek vadeden “Serenad Bağcan” ismi olan bir konser afişi görürseniz o etkinliğe katılmaya çalışın.

Ha bu arada unutmadan; hayat ızdırap ve keder verirse sükûneti müzikte arayınız diyor Konfüçyüs…


Sevgiyle…