28 Haziran 2013 Cuma

SİNEMA MOLASI

SİNEMA MOLASI

Son günlerde yaşadıklarımız; Türkiye’nin içinden geçtiği zorlu süreç, Gezi Olayları, terör olayları, üzüntülerimiz, celallenmelerimiz, durulmalarımız; yaşadığımız kente, ülkeye ve dünyaya dair gelişmeler… 

Küçük bir film arası, biraz "soluklanma"...

Yazarı Ethem Özışık bizden; yönetmeni Murat Şeker, yapımcısı Nilgün Sağyaşar, oyuncuları “tekmili bizden” keyifli bir sinema molası… ”100’de 100 yerli”“Aile-Komedi” türünde. Kızımla birlikte, Arkadaşım Max’i izledik. Müthiş keyif aldık. 

Ataberk Mutlu (Deniz), Ani İpekkaya (altın kalpli zeytinyağı tesisinin sahibesi Aliye Hanım), İnci Türkay (anne), Murat Akkoyunlu (baba), Burçin Bildik (Aliye Hanım’ın yeğeni) ve Hande Katipoğlu (Aliye Hanım’ın yeğeninin eşi)… Daha onlarca başarılı oyuncu ve takdire şayan oyunculuklar…

Başrolde, bir yetenek yarışmasında ortaya koyduğu şovlarıyla Türkiye’nin büyük beğenisini kazanmış süper köpek “Max”. Max’in performansı tartışma götürmez. Öyle ki filmin yönetmeni Murat Şeker bakın filmi “Arkadaşım Max” ve muhteşem oyuncusu için neler diyor “Aklımda bir çocuk filmi yönetmek vardı, bir senaryo yazıyordum, Nilgün Sağyaşar bana projesinden söz edince çok heyecanlandım. Bir köpek ile çalışmak önceleri beni tedirgin etmiş olsa da sonra işimin oldukça kolay olduğunu gördüm. Bunun nedeni de Max’in son derece uysal ve yetenekli olmasıdır. Oldukça zeki bir köpek olmasından dolayı çekimler sırasında hiçbir zorluk yaşamadık.  Arkadaşım Max, bütün çocukların severek izleyeceği bir film oldu"

Dostluğun önemini ve değerini bilirsiniz. Arkadaşım Max de aslında 7 yaşlarındaki Deniz’in yalnızlığını paylaştığı akıllı köpekle dostluğu üzerine örülmüş bir öykü. Sürükleyici, bol kahkaha garantili.

Kah Bozcaada, İzmir; kah İstanbul’dan otantik ve tamamen bizden mekanlarda gerçekleştirilen çekimler, keyifli efektlerle sizi sıkmadan öykünün içine çekiyor.  

Tam bir yaşam mücadelesi; aile, iyiler-kötüler, dostluklar düşmanlıklar, güven, türlü ayak oyunları ve bunlarla başa çıkmanın yolları, iyiliğin ve sevginin egemenliği; ortak yaşam…

ÖNERİRİM

Henüz izlemediyseniz, ailenizle birlikte bu hafta sonu programınıza alın. “Beyaz Perde” Türkiye’de iyi işler yapmaya devam ediyor. Özellikle son 10-15 yılda seyirciyle buluşan filmler ortada. Öylesine destek olmayacaksınız, keyif alacaksınız ve “Arkadaşım Max”i izledikten sonra arkanıza yaslanıp “evet Türk Sineması iyi yolda” diyeceksiniz.

Unutmadan, Türk Sineması 3 boyutlu filmler için de sürprizler hazırlıyor. 

Türk Sineması'na da sahip çıkmak lazım. 

Zamanında değerini bilmediğimiz, sahip çıkmadığımız çok şeyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadık mı?..

19 Haziran 2013 Çarşamba

HAYAT BAYRAMDI

HAYAT BAYRAMDI

Bugün hava güzel. Güne şık bir başlangıç yaptım. Eşimin gülümsemesi, çocuklarımın cıvıl cıvıl sesleri beni bir kez daha hayata bağladı. “Akşam görüşmek dileğiyle” ve içten bir gülümsemeyle vedalaştım evdekilerle. Asansörün kapısında komşumla karşılaştım. “Günaydın” dedim. Sohbet ettik bir süre; havadan, sudan. Ayrıldık sonra. Otobüs durağıyla evimin arasında komşularıma “merhaba, günaydın” dedim;  köpeklere, kedilere “sevimli bir gülümseme” ile yaklaştım;  temizlik işçisine “kolay gele” dileğinde bulundum. Hayat bana gülümsüyordu.

Otobüs beklerken cüzdanıma baktım. Param yoktu, kredi kartlarım çoktu. Nasıl olsa bedavaydı her şey kredi kartlarımla. “Allah yokluğunu hissetirmesin”di. “Olsun”du. Kent kartımı dün doldurtmuştum. Şoföre “günaydın” dedim, gülümsedi; hal hatır sorduk birbirimize. Sonra ilerledim otobüsün arka tarafına doğru. Otobüste ayakta yolcu yoktu. Otobüs klimalıydı. Otobüs işletmecisi karar almıştı “bundan böyle ayakta yolcu taşınmayacak, klimasız otobüs olmayacak”tı. Metro İstasyonu ile otobüs duraklarının arası çok uzaktı. Üstelik her iki durak arasında da aynı uzaklık vardı. “Ulaşımda böyle entegrasyon olmaz, lütfen otobüs duraklarını istasyona yaklaştırın” ricasında bulunmuştum. Gerçekleşti. Otobüsten indim, hemen metro istasyonuna geçtim. Güvenlik görevlisi engelli bir vatandaşa güleryüzle yardımcı oluyordu. Turnikelere geldiğimde bir başka görevli bana gülümseyerek “günaydın” dedi. Gülümsedim, günaydın dedim.

Çalıştığım semte  ulaştım. İnsanlar gülümsüyordu. Sürücüler yaya geçitlerine yaklaştıklarında hızlanmıyor aksine yavaşlıyorlardı. Kuraldı bu ve bunu iyi biliyorlardı. Durdular. Biz geçtik. İş yerimin olduğu binaya geldim. Görevlimiz “merhaba” dedi, ben de selamladım, günaydın dedim. Gülümsedik birbirimize.

Bilgisayarımı açtım. Haberlere baktım. Haberler gülümsüyordu. Ekonomide olumsuz oranlar düşmüş; kredilendirme kuruluşları bizi “süper” değerlendirmişti. İşsizlik çözülmüştü. Ekonomi düzelmişti. Dedim ya “her şey yolunda”ydı. Petrol kuyularımızdan petrol fışkırıyor; doğalgaz rezervlerimizin de farkına varıyorduk. “Üstelik hepsini biz çıkarıyor, biz işletiyorduk” Üniversiteler parasızdı. İşsizlik ödenekleri artırılmıştı. Emekliler mutlu idi; dul, yetim sahipsiz değildi. İşçi, memur kalkınmada “emek” sahibiydi ve yüzü gülüyordu. Gençlik inançlı, kararlı, dinamikti.  Yaptıkları sağlıklı bir gelecek için spordu. Her nevi “mesaj” kaygılarını gidermişlerdi. Gençlik ve spor bayramdı.  Egemenlik kayıtsız şartsız “milletin”di. Çocuklar bayramı alternatifsiz kutladı. Saygı, sevgi, hoşgörü vardı…

Hayat bayramdı.

Durdum…

14 Haziran 2013 Cuma

“SANSÜRSÜZ”, “ÖZGÜRCE”

“SANSÜRSÜZ”, “ÖZGÜRCE”

Şu son 15-20 gün içinde olup bitenden sonra cevap bulamadığım o kadar çok “sorum” birikti ki. “Gezi Direnişi” ile başlayan ve onun doğurduğu bir tomar soru. Bu soruların yanıtlarını zaman içinde bulmayı umuyorum. Ancak bunlardan en önemlisi ve beni en çok düşündürenini size açmak istiyorum:

“Neden çoluk çocuğunuzu alıp bu ülkeden kaçıyor, başka bir ülkede yaşamak istiyorsunuz kardeşim? Bu cennet vatan bırakılır mı hiç?..”

İnanın son günlerde en çok düşündüğüm soruların başında geliyordu bu ve benzeri sorular. Bu soruları yıllar içinde; gerçekten de çoluk çocuğunu alıp bir başka ülkeye giden ve orada yaşamaya başlayan çok sevdiğim bazı arkadaşlarıma yöneltmiştim.  Ancak biliyordum ki “sevgi emek ister”. Yurdunu ve ulusunu seviyorsan “emek” verecek, “çözüm” üretecek, “çalışacaksın”. Kaldı ki sana emanet edilen bu yurdu “demokratik, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti”ni sonsuza kadar koruyacak ve savunacaksın. Tehlike nereden ve kimden gelirse gelsin…

Yurt dışında çocuklarıyla birlikte yaşama kararı alan arkadaşlarımın ülkenin geleceği ile ilgili çok olumsuz düşünceleri var mıydı bilmiyorum. Eğer var idiyse şu son yaşanan “Taksim Gezi Parkı”nda direniş ile başlayan ve dalga dalga tüm yurda yayılan demokratik tepkileri nasıl yorumladılar acaba?

Doğru ya onlar “Gezi Direnişi”ni “sansürsüz” olarak yaşadıkları ülkelerin televizyonlarından izlediler. “Vandalist” yaklaşımlarla, toplumun önemli bir kesiminin “demokratik taleplerini” birbirinden ayırmışlardır umarım. Telefonla ya da “sosyal medya” üzerinden yapacağım ilk görüşmede soracağım.


Acaba yaşadıkları ülke dahil Dünya’nın her köşesinden tüm haberleri “sansürsüz” izleme ve “özgürce” yaşama istekleri miydi onları başka bir ülkeye taşıyan?..

13 Haziran 2013 Perşembe

SEN DE BİR"GENÇ" OLACAKSIN

SEN DE BİR “GENÇ” OLACAKSIN

Sevgili Oğlum,

Bugün yeni yaşına giriyorsun. Annen benden önce davrandı ve -belki siz büyüdüğünüzde daha farklı versiyonlarıyla devam eder bilemiyorum- “sosyal medya” üzerinden sana dileklerini iletti bile. Bugün “facebook” üzerinden bir gönderide gençlere hitaben “yaşanan direnişin ve gençlerin özgürlük taleplerini içeren mücadele ve dayanışma yüklü” duruşun “en güzel ve en anlamlı” “Babalar Günü” armağanı olduğu yazıyordu. “Beğendim”

Bugün gençler, “internet”i, “dijital platformları” ve “sosyal medya”yı müthiş bir şekilde kullanıyorlar. Ablan da çoğunlukla “oyun” için de olsa “teknoloji” ile şimdilik ilgili görünüyor.

Annen ve ben senin “demokrasiye inanan, laik ve çağdaş” bir birey olarak yetişmen için ne gerekiyorsa yapacağız. Tüm düşüncelere “saygılı”, “hoşgörülü” ve “sevgi” dolu bir “genç”, “yurttaş” olman için elimizden geleni yapacağız.

Bugün çok şirin bir bebeksin. Büyüyecek ve sen de bir “genç” olacaksın. Sana ilk doğum günü hediyem “demokratik, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk” ün “gençliğe hitabesidir”

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. 

İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! 

İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Evimizin neşesi, gülen yüzü sonsuza dek gülesi yakışıklı oğlum,

Doğum gününün ikinci hediyesi ise "Şeyh Edebali"nin oğluna yazdığı nasihatinden bir bölümdür:

“… Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.

6 Haziran 2013 Perşembe

FAZIL SAY-SERENAD BAĞCAN

NAZIM HİKMET MEMLEKET
“……
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim”

Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi yine müthiş bir Türk “şair”e, bu müthiş “şair”i dile getiren harika bir “ses”e ve “şair”i notalarla tanıştıran bir “piyano virtüözü”ne ev sahipliği yaptı.

Şair “Nazım Hikmet”, o harika ses “Serenad Bağcan” ve piyano üstadı dünyaca ünlü Türk piyanist “Fazıl Say”.

İyi ki vardınız, iyi ki varsınız…


KONSERDEN…

Geçtiğimiz akşam İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi yine hınca hınç dolu; içeriğiyle ve müzikalitesiyle bir kez daha tarihi bir konsere tanıklık etti. Sanırım piyanist-besteci Fazıl Say’ı anlatmama gerek yok. Le Figaro zaten her şeyi özetlemiş “O, sadece dahi bir piyanist değil; şüphesiz 21.yüzyılın en büyük sanatçılarından biri olacak”.

O gece sahnede; İzmirli sanatseverlerin büyük beğenisini kazanan ve gerek Fazıl Say’ın gerekse nağmelere döktüğü sözlerin enerjisini çok iyi içselleştirip izleyiciyle paylaşan bir isim daha vardı:

“Serenad Bağcan”

Aileden müzisyen, hayatı müzik… Kendisinden bir “Türkü” dinlemeyi de heves ettim doğrusu eserleri seslendirirken. Önümüzdeki günlerde adını sıkça duyarız diye düşünüyorum.

İSTİKLAL MARŞI

Ünlü piyanist girişte yaptığı konuşmada ülkemizin içinden geçtiği zorlu sürece vurgu yaptıktan sonra konserine “İstiklal Marşı” ile başladı. Salon büyük bir coşkuyla, Say’ın piyanosu eşliğinde “İstiklal Marşımız”ı okudu.

Salonda; sahne arkasında dev bir Nazım Hikmet görseli, izleyiciler arasında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, İzmirli sanatseverler, coşku ve katılım vardı ancak en önemli ayrıntılar unutulmuştu:

Ne yazık ki bir “TÜRK BAYRAĞI” ve “ATATÜRK” görseli...

İLK ŞARKILAR

Memleket şairi Nazım Hikmet’in büyüklüğünü anlattığı konuşmasının ardından parmakları piyanosu ile buluşan Fazıl Say;  “Memleketim” adlı şarkının ardından, “Metin Altıok”, “Cemal Süreya”, “Ömer Hayyam”, “Can Yücel”, “Pir Sultan Abdal” ve “Orhan Veli”nin sözlerine hayat verdi. O kadar sürükleyiciydi ki; normalde ara verilmesi gereken konserde, izleyici bu ayrıntıyı “takmadı”. Mozart ve Fazıl Say’ın balladları devam ederken salonda bir çıt bile çıkmazken, seyirci fire vermeden konseri tamamladı.

“TAVA”LI FİNAL

Konserin sonu da konserin başlangıcı gibi “çok sesliydi”. Ünlü besteci-piyanist Fazıl Say sanatçı Serenad Bağcan ile “tava” çalarak “Taksim Gezi Parkı” direnişine destek verdi. İzleyiciler de sanatçılara eşlik ederken, “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganları ile salonu adeta çınlattı.

Konsere gitmeyenler için kısaca aktaracaklarım böyle ancak; içinde “Fazıl Say”, yeni tanıdık ancak gelecek vadeden “Serenad Bağcan” ismi olan bir konser afişi görürseniz o etkinliğe katılmaya çalışın.

Ha bu arada unutmadan; hayat ızdırap ve keder verirse sükûneti müzikte arayınız diyor Konfüçyüs…


Sevgiyle…



3 Haziran 2013 Pazartesi

ŞU BİZİM SOSYAL MEDYA

ŞU BİZİM SOSYAL MEDYA

Bugün sosyal medya “her şey” olma yolundadır. Sosyal medya denince akla belki öncelikli olarak “Twitter” ve “Facebook” geliyor. Bunların yanı sıra, YouTube, Google +, Instagram, Foursquare, WhatsApp, LinkedIn, Messenger, Message Me v.s. Belki ben bunları yazarken yenileri çıkmıştır bile…

Her alanda değişimin yaşandığı günümüzde, alışkanlıklarımız belki tüketim bazında değişiyormuş gibi görünse de bilginin değeri ve ona hızlı ulaşmanın önemi tartışmasız bir gerçek olarak durmaktadır önümüzde.

Sosyal medya hayatımızı ne denli etkilemektedir, kolaylaştırmakta mıdır, hızlandırmakta mıdır?..

Sosyal medyaya genel tanımıyla bakacak olursak; geliştirilen yeni web teknolojilerinin,  kullanım kolaylıklarını da yanına alıp müthiş iletişim hızıyla anlık bilgi paylaşımının yapılabildiği mükemmel dijital enstrümanlar olarak değerlendirebiliriz.

İnsanların mobil olmaları ve aynı anda iletişimde (online) olmaları; kişisel iletişimin yanında kurumsal ve marka konumlandırmaları açısından da sosyal medya her geçen gün daha da önemli hale gelmektedir. Bu müthiş ivme kazanmış dönüşüm (transmedia) aynı zamanda diğer iletişim kanallarının egemenliğine son verecek gibi görünüyor. Kimi kurum ve kuruluşlar bu süreci zamanında fark ederek bünyelerindeki pazarlama ve iletişim ağlarına sosyal medya uzmanlarını ve dijital araç ve gereci iyi kullanabilen pratik, hızlı, net ve özgün çalışanları istihdam etmeye başlamışlardır.

Halkla ilişkileri kuvvetli olmayan yayın organlarında (gazete, televizyon, radyo) belki insanların medya kanalını kullanarak dönüş elde etmeleri oldukça zaman almakta; sosyal medya aracılığıyla ise eş zamanlı bilgi paylaşımı sağlanmaktadır. Yani çift yönlü olağanüstü hızlı bir iletişim günümüz insanının hayatının tam merkezine yerleşmiştir. Bunu gören çoğu gazete ve televizyon internet yayıncılığına yönelmiş; bu anlamda ciddi paralar harcamayı göze almışlardır. Sadece medya için geçerli değil elbet bu durum. Perakende sektöründeki bir market zinciri, telekomünikasyon alanında hizmet veren bir kuruluş, inşaat şirketi, belediyeler ve hatta Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve diğer bakanlıklar için bile bu eş zamanlı bilgi paylaşımları önem kazanmış vaziyette.

Ipsos KMG Dijital Araştırmalar Birimi’nin en son gerçekleştirdiği Sosyal Medya ve Markalar Araştırması’na göre Türkiye’de sosyal medya kullanımı % 79’larda görünüyor. Araştırmanın ilginç sonuçları var; örneğin ankete katılanların büyük bölümü her gün birkaç kez sosyal medyaya bakmadığında rahatsız oluyor, bunların büyük bölümü özellikle son yıllarda mobil (cep telefonu, tablet, taşınabilir bilgisayarlar) ve hatta bunların önemli bir kesimi buluşmalarını bile sosyal ağlar aracılığıyla yapıyor.

“GEZİ PARKI” VE SOSYAL MEDYA

Burada uzun uzadıya araştırmanın sonuçlarından söz etmeyeceğim. Ancak bugünkü yazımda amacım;  ülkemizi özelikle birkaç gündür kemiren, Taksim “Gezi Parkı” eylemleri gibi başlayan ancak bugün özgürlükler bağlamına çekilen, ülkenin büyük şehirleri başta olmak üzere birçok kentinde eylemler yapılmasına ortam sağlayan ve hatta direnişçilerin “Hükümet’in istifası”nı istemelerine kadar varan büyük toplumsal hareketin özündeki “sosyal medya”ya değinmek.

Sosyal medyanın dünya ortalamasının üzerinde bir kullanım alanına sahip olduğu ülkemizde kuşkusuz yaşanan son toplumsal hareketin temelinde “sosyal medya” yer alıyor. Twitter, olmadı Facebook, olmadı Instagram, olmadı Foursquare v.s.
Ortadoğu’daki Arap Baharı sürecinde özellikle Twitter ve Facebook başta olmak üzere sosyal medya araçları önemli ölçüde sükse yapmış; mesela Mısır’da normal koşullarda bir günde atılan twit sayısı 2 binlerde iken 200 binlere çıkmış, Facebook ve YouTube’daki paylaşımlar da tavan yaparak sosyal medyanın etkisini bir kez daha Dünya kamuoyuna göstermiştir.

Sosyal medya kullanıcılarının internet kullanıcılarına göre daha genç olmaları da bu tür toplumsal hareketlerde gençlerin ön plana çıkmalarına neden olmakta. Türkiye’deki genç nüfusun sanılanın aksine apolitik olmadıkları, ülke meselelerinde söz sahibi olmak istedikleri ve genç yaklaşımın ciddiye alınması gerektiği henüz çıkmış bir gerçeklik değil. Özellikle televizyonlarda gençlerin konu edildiği ya da konuk olarak katıldıkları haber ve tartışma programlarında damarlarında dolaşan heyecanı görebilmek mümkün.

Son günlerde yaşanan bu olayların içinde; radikal grupların, çocuk yaşta eylemcilerin, alkollü vatandaşların var olduğu konusundaki iddialar bir yana; “sosyal medya”nın böylesine toplumsal bir süreci; başlangıcında hiçbir sivil toplum kuruluşu ya da örgütten start almadan büyüyerek bir halk hareketine dönüştürmesi konusunun önemle dikkate alınması gerektiği bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

“TWITTER DENİLEN BAŞ BELASI”

İşine geldiğinde sonuna kadar teknolojinin ve sosyal medyanın tüm olanaklarını kullanacaksın; işine gelmediği zaman kabul etmeyecek, dışlayacak ve hatta “Twitter denilen bir baş belası var. Yalanın daniskası burada…” şeklinde açıklama yapacaksın. Böyle bir söylem halkı korkutur. Yine yeni bir yasak mı geliyor diye, yani Twitter’ı da mı yasaklayacaklar diye öncelikle…

Söyledim ya artık iletişim hiçbir maliyet gerektirmeden ve anında gerçekleşiyor. İnsanının mutluluğunu düşünen yönetimler bunun farkında olmalı, vatandaşıyla iletişime geçmeli, gerekiyorsa “özür dilemeli”, projeleri yeniden gözden geçirmeli, Yargı’yı hiçe saymamalı, halkın tepkisinin bulunduğu yasaları belki biraz ütopik olacak ama tekrar gündeme taşıyıp tartışarak yasalaştırmalı. “Ben % 50’yi temsil ediyorum, ben ne dersem o olur yaklaşımı”nı bir tarafa bırakarak kaldı ki bu oran bugün itibariyle değişmiş olabilir; diğer % 50’nin hak, hukuk ve özgürlüklerini de göz ardı etmemelidir. Diğer taraftan bu oranların oy kullanmak üzere “sandığa gidenlerin” yüzdeleri olduğu da unutulmamalı; ne yazık ki sisteme güvenini yitirmiş insanlarımızın bir kısmının da sandığa gitmediği gözden uzak tutulmamalıdır.

Bir de özellikle son yıllarda internet alt yapısı, ulaşım ve haberleşme konularında ciddi yatırımlar yapan Hükümet’in Başbakanı’na “Twitter” için baş belası yakıştırması hiç yakışmamıştır.

Bugün itibariyle iletişim özgürlüğünün önünde duramaz hiç kimse. Unutulmamalıdır ki “Twitter” olmazsa “Facebook”; o olmazsa “LinkedIn”, “YouTube”, “Foursquare” ve diğerleri olur. Onlar da olmazsa iletişim “ıslık”la, “duman”la olur.

Herşey bir tarafa; asıl olan “insan”dır, “insana muhabbettir” ve “muhabbet karşılıklı” değilse sorun vardır.