30 Nisan 2013 Salı

BUGÜN 1 MAYIS EMEK VE DAYANIŞMA'NIN GÜNÜ


BUGÜN 1 MAYIS 
EMEK VE DAYANIŞMA'NIN GÜNÜ

Kutlu olsun... 

Tüm Dünya'da olduğu gibi biz de ülkemizde birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü olarak değerlendireceğiz bu günü. Din, dil, ırk, düşünce, parti, statü farkı gözetmeden; "işçi ve emekçi sınıfının" birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadelesi için    ineceğiz meydanlara; türkülere, halaylara eşlik edeceğiz. Türkiye'de neredeyse 90 yıldan bu yana kutlanan "1 Mayıs İşçi Bayramı" bugün birçok değerin kaybolduğu, içinin boşaltıldığı, alınteri ve emek karşısında sevgi, saygı ve hoşgörünün rafa kalktığı bir ortamda işçisiyle, emekçisiyle buluşuyor. 

Emeğin en yüce değer olduğunun unutulduğu, işçinin, emekçinin haklarının göz ardı edildiği, sendikaların etkisiz ve aynı ölçüde tepkisizleştirildiği bir Türkiye'de "Emek ve Dayanışma'nın Günü"nü kutluyoruz. 

Birçok sektörde iş barışının olmadığı, işçi ve işveren arasında gerilimlerin yaşandığı, işçinin-emekçinin evine ekmek götürmekte zorlandığı, taşeronlaşmanın özendirildiği-desteklendiği, işçinin-emekçinin haklarından söz edenlerin sırtını işçiye döndükleri bugünler de geçecek elbet.                                                                                                                

İşçiler de tüm emekçiler de güzel günler görecek, güneşli günler...

Tüm işçilerin, emekçilerin "1 Mayıs İşçi Bayramı", "Emek ve Dayanışma Günü" kutlu olsun.

Sevgiyle, dostlukla...

TENEKE KUTUDAN İÇME!..

TENEKE KUTUDAN İÇME!..
Daha keyifli bir şeyler yazayım diye oturdum aslında bugün bilgisayarımın başına. Ancak çevremde olup biten ve sevdiklerimi de ilgilendiren seçtiğim bu konu “belki çok eğlenceli” olmadı fakat en azından umuyorum sevdiğim insanlar ve siz sevgili okuyucularımız için "sağlıklı bir yaşam adına" uyarıcı ve bilgilendirici olması yönüyle takdir görür...
Gelelim mevzumuza:
Genç yaşlı demeden toplumun her kesimi ellerinden şu “kutu içecekler”i bir türlü bırakmıyor. Gazetelerde çıkan haberlere, uzmanların görüş ve önerilerine gözlerini kapayan sadece “kutu içecekler”i ellerinden bırakmayan insanımız mı? Sayın Yetkililer, peki bunca habere, yayınlanan bunca bilimsel rapora rağmen niçin “kutu içecekler” konusunda bu kadar duyarsızsınız?
“Yahu sen de ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi şaşırdık. Her gün bir rapor, her gün bir haber, bıktık artık” diyenler de olabilir. Ne yazık ki büyük bir hicap duyarak söylüyorum “adam sende’ci, boş veeer bana bir şey olmaz’cı, sana mı kaldı bunca sorunun yanında böyle şeyleri yazıyorsun’cu ‘Türkiş’” yaklaşımlar an be an sonumuzu hazırlamaya devam ediyor.

Aslına bakarsanız “sağlık” ve “sağlıklı yaşam” söz konusu olduğunda, hepimiz şöyle bir kulak kesiliriz; adam sende’ci, boş ver’ciler bile bir duraksarlar, böylesine uyarılar karşısında. Birkaç ay önceydi “kutu içecekler” konusunda bir haber okumuştum. Beni çok etkiledi. Zaten “kutu içecek” tüketmemeye çalışan birisi olarak, çevremde bu ürünleri satın alan, içen ve ikram edenlerin ancak sözlü uyarılarımı es geçen dostlarımın özellikle dikkatini bir kez daha bu önemli konuya çekmek için, araştırdım ve kaleme aldım bu yazdıklarımı…

“HANTA”YI BİR KEZ DAHA TAKDİMİMDİR!..
Korkunç bir virüs. Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığına neden olan virüs ailesinden müthiş tehlikeler saçan bir virüs. Başta fareler olmak üzere çeşitli kemirgenlerin idrar, çıkartı ve salgılarından insana geçebilen bir virüs. “Hanta”… 38-39 Derecelerde ateş, mide bulantısı, halsizlik ve bel ağrısı gibi belirtilerle; sanki gribi ve Kırım Kongo kanamalı virüsünü andırırcasına vücuda yerleşiveriyor. Daha da önemlisi Türkiye’de bu virüsün varlığını test edecek ve tanımlayacak bir teknoloji yok. Yani vakayı tanımayan bir sağlık kuruluşundaysanız ağırlaşarak 2-3 gün içinde yoğun bakımlık oluyorsunuz, ölümün eşiğinde...
“Hanta” virüsünün kuluçka süresi 1 ile 3 hafta arası. Sonra ani başlayan yüksek ateş, üşüme titreme, halsizlik, yaygın adale ağrıları, baş ağrısı, karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal gibi şikâyetler oluşmaya başlıyor. Bu şikâyetlerin başlamasından sonra da kandaki trombosit düzeyinde azalma, böbrek fonksiyonlarında bozukluk, geçici bulanık görme, öksürük, solunum bozukluğu, deri veya mukozal kanama gibi belirtiler görülebiliyor.

“HANTA” VİRÜSÜ GENELLİKLE NEREDEN BULAŞIYOR?
Bu sinsi ve korkunç virüsün aklınıza gelmeyecek şekilde insana bulaştığını biliyor musunuz? Konunun uzmanları, yaptıkları araştırmalarda “Hanta” virüsünün bulaşma yolunun “teneke kutudan içilen meşrubat” olduğu sonucuna vardılar.


 
HADİ BAKALIM ŞİMDİ DE NUR TOPU GİBİ “LEPTOSPİROZ”U TANIŞTIRAYIM SİZİNLE:

Şimdiki enfeksiyonumuz ise “Hanta”yı andıran, ancak bulaşma yolları arasında farenin yanı sıra başka hayvanların da olduğu başka bir vaka…  Aslen “Leptospiroz”, vahşi ve evcil hayvanların hastalığıdır. Vahşi ve evcil hayvanların dışkıları ile doğrudan veya dolaylı temasıyla insanlara bulaşan “Leptospira” türü bakterilerin yol açtığı akut halde seyreden bir enfeksiyon. Bu enfeksiyon da “hanta” gibi grip benzeri klinik tablo ile seyredebileceği gibi, %5-10 civarındaki vakada sarılık, kanama, vaskülit (kan damarlarının iltihaplanması) ve böbrek yetmezliği ile benzerlik gösteren Weil hastalığı (yüksek ateş, sarılık, adale ağrısı, karaciğer ve dalağın büyümesiyle belirlenen bulaşıcı bir hastalık) biçiminde seyredebilmektedir. Weil hastalığı; günümüze değin “şeker kamışı hastalığı, pirinç tarlası hastalığı, bataklık ateşi, domuz çobanı menenjiti,  Japon sonbahar ateşi, fare ateşi ve yedi gün ateşi” gibi isimlerle de anılmış ve ne yazık ki ölümcül seyir göstermiş vakalar da kayıtlar geçmiştir.

Söz konusu enfeksiyon Dünya’da çöller ve kutuplar dışında hemen her yörede yaygın olarak bulunabiliyor. Tropik ve subtropik bölgeler ile az gelişmiş ülkelerde daha sık görülüyor. “Leptospiralar”ın en önemli toplayıcı ve taşıyıcıları yine farelerdir. Yanı sıra kedi, köpek, keçi, sığır, domuz, kuşlar, sürüngenler, çiftlik hayvanları, koyun, geyik ve tavşanlarda da enfeksiyon oluşturabiliyorlar. Ev ve tarla farelerinin yarısının leptospira taşıdığı ve dolayısıyla bulaşta önemli rolleri olduğu da uzmanların tespitleri arasında yer alıyor…

Benzer belirtilerle enfeksiyon hastalıkları konusunda uzman sağlık kuruluşlarına başvuran hastalarda yine aynı durumla karşı karşıya kalınıyor. Genelde hastanın hikayesinde söz konusu olan bir kutu içecek ve bu kutu incelendiğinde üzerinde “leptospira”  virüsünün yaşadığı görülüyor…

AA İNANMIYORUM, ŞİMDİ DE “BİSFENOL A”
Teneke kutular, plastik şişeler, damacanalar, naylon ve polyester burada da söz konusu olan. Ayrıca sıcak, soğuk içecek ve gıdalarda kullanılan sert plastik kaşık, çatal ve özellikle çay kaşıklarının etken maddeleri içinde de bu bileşen kullanılmaktadır.

Gündelik yaşamda sıkça kullandığımız bu gereçlerin iç yüzeylerinin mukavemetlerini artırmak için tercih edilen “Bisfenol A” maddesi kullanımının özellikle son yıllarda biberonlarda yasaklandığını öğrendim. Yine araştırmalar gösteriyor ki; teneke kutularda satılan içecekler “koroner kalp rahatsızlıklarına”, damar tıkanıklığı, kısırlık ve ciddi şeker hastalıklarına sebebiyet veriyor. Nedeni ise, teneke kutuların iç yüzeylerindeki ”Bisfenol A” maddesi…

SARILIK VE TÜBERKÜLOZ DA İHTİMAL
Bizim içecek kutularının kapaklarının üzerinde belki direkt olarak hastalığa yol açmayan ancak fırsat bulduğunda ciddi enfeksiyonlara neden olabilen yukarıda sözünü ettiğimiz virüs ve bakterilerin yanı sıra “başka mikroorganizmalar” da bulunabilmekte.
Bu mikroorganizmalar kapak bölgesinde bulunan ve kapak açıldığında içeceğe bulaşarak; solunum, sindirim ya da ağız bölgesindeki küçücük bir çatlaktan vücuda girmekte, solunum, idrar yolu enfeksiyonu, hatta sarılık ve tüberküloz gibi ciddi hastalıklara bile yol açabilmektedirler.

NE YAPMALI?..
En önemli soru da bu zaten “bu risklerden korunmak için ne yapmalı”. Araştırmamda edindiğim bilgiler ölçüsünde diyebilirim ki; mümkün mertebe kutu içeceklerden, plastik şişeler, damacanalar, naylon ve polyester ürünlerden, sıcak, soğuk içecek ve gıdalarda kullanılan sert plastik kaşık, çatal ve özellikle çay kaşıklarından uzak durmaya çalışacağız. Peki bu ne kadar mümkün?

Biraz zor gibi görünse de en azından yapabildiğimiz kadar bu ürünlere yaklaşmamak sorunun çözümüne yönelik ciddi bir adım olabilir.

Diğer taraftan:
- Uzmanlar; özellikle kutu içeceklerin üretilmesine illa devam edilecekse ve tabi biz tüketiciler bu ürünleri talep etmeye devam edeceksek, bu kutuların üzerinde ölümcül enfeksiyon hastalıklarına yol açabilecek çok sayıda bakteri bulunduğu unutulmadan, üretim aşamasında ilave edilecek küçük bir koruyucu tabakanın kullanılması ya da alternatif kapak geliştirilmesiyle mikroorganizmanın vücuda geçmesinin önüne geçilebileceğini belirtiyorlar. İtalya gibi bazı Avrupa ülkeleri ile bugün Amerika’nın Teksas eyaletinde koruyucu ambalaj uygulamasına geçilmiş; bu sorun aşılmış, biz daha neyi bekliyoruz ki...
- Benim de her ortamda çok dikkat ettiğim enfeksiyon hastalıklarından korunmada en önemli unsur olan etkin el yıkama alışkanlığı, illa ben bu ürünü bu şekliyle tüketeceğim diyen vatandaşları bu tür enfeksiyonlardan önemli ölçüde koruyacaktır.
- Diğer taraftan kutu içecek açılmadan, ağza değecek kısmın güzelce yıkanması da enfeksiyonlardan korunmak için bir önlem olabilir. Bu uygulama da yapılamıyorsa hiç olmazsa kutu içeceğin bardağa boşaltılarak tüketilmesi de tercih edilebilir.
- Meşrubatların tutulduğu depolarda, (üretimden son satış noktasına kadar) kemirgenlerin bulunma riskine karşı, temizlik kontrollerinin ihmal edilmemesi ve İl Sağlık Müdürlükleri, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri tarafından sürekli denetlenmelidir.
- İçeceklerde cam şişeyi tercih etmek… Üretici büyük bir olasılıkla maliyet olarak cam şişeye yanaşmak istemeyecek ancak tüketiciler olarak imkanlar oranında içecekleri tüketme ve koruma süreçlerinde cam şişe ve kavanozları tercih edebiliriz diye düşünüyorum. 
Yaptığım araştırma sırasında önemli bir tespitim daha oldu:
Nasıl sigaradan çocuklarımızı ve o merete hiç başlamayan yurttaşlarımızı korumak adına paketler üzerine uyarıcı ibareler yazılıyorsa aynısı kutu içecekler üzerine de yapılabilir doğrusu. Arjantin bunu layıkıyla uyguluyor ve yasal olarak üreticiler bu uyarıcı yazıları kutu içeceklerin üzerinde bulundurmak zorunda. Bizde de halk sağlığına verilmesi gereken değer kapsamında teneke kutularda vatandaşa sunulan içecekler üzerinde uyarıcı yazı uygulamasına acilen geçilmelidir.  

"Kapaklı kutuları tercih ediniz, temiz olduğundan emin olunuz"


Sevgili Okuyucular,
Muhtemelen bu yazıyı benim çok sevdiğim, beni de çok seven dostlarım, arkadaşlarım okuyacak. Ben bir derleme yaptım. Daha önceden çeşitli vesilelerle belki dikkatinizi çekmiş ancak çok önemsenmeyen bir mevzu olduğunu düşündüğüm, vatandaşların bu anlamda yeterince duyarlı olmadıklarını gördüğüm için bu önemli konulara sizlerin dikkatini bir kez daha çekmek istedim.
Ha bu arada bu çalışmayı yaparken gördüğüm “yalan bunlar, böyle bir şey yok. Kutu içeceklerin korunduğu yerler çok hijyen v.s.” şeklindeki bir yaklaşımla işletmelerini savunanlar olduğunu da gördüm. Onlara en azından “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözümüzü hatırlatmadan da geçemeyeceğim doğrusu. Size de “her söylenene inanmayın, araştırın, kendi gözlerinizle görün” sözünü anımsatmak isterim bu arada.
Zaten bizim lafımız üretim ve depolama sürecinde uluslararası koruma ve gıda güvenliği konularına duyarlı olan kurum, kuruluş ve kişilere değil. Onlara teşekkür de ediyoruz. Hadi sen layıkıyla ürettin, depoladın da tüketiciyle buluşmadan önce ara ya da son depolamayı  yapan gereğini yapmadıysa?..
Bunları bilmek ne mümkün efendim.
Ben diyorum ki "yediğimize içtiğimize dikkat edelim" mümkün olabildiğince.
Güvenilir gıdalar tüketmeye gayret edelim. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuyla ilgili bir bakanlığı olduğunu biz unutmayalım, Bakanlığımız da yurttaşlarını unutmasın ve yapılacak ne varsa, alınacak ne gibi tedbirler varsa alsın, halk sağlığını tehdit eden her türlü uygulamaya gereği gibi müdahale edilsin.
Gıda ile ilgili her türlü şikayetinizi iletebileceğiniz “Alo 174 Gıda Hattı” nı da bir kez daha hatırlatıp son noktayı koyalım:

Unutmayalım sağlıklı yaşam, güvenilir gıda ile mümkündür.
Sağlıklı ve mutlu kalın, sevgiler…   

29 Nisan 2013 Pazartesi

NİZAMETTİN BEDİR (NİZAMETTİN ABİ)

NİZAMETTİN BEDİR (NİZAMETTİN ABİ)

28 Nisan 2013 Pazar. Nizamettin Abi diyorum çünkü bizim kuşağın abisiydi. Severdim, o da bizi severdi...

Rahmetli Tarık Abi gibi sevdiğimiz, saydığımız, hareketli, babacan, keyifli bir insandı Nizamettin Abi de. Özellikle benim "Tansaş'lı yıllarım" dediğim 90'lı yıllarda teşrik-i mesaimiz yoğundu. Tabi o "gazeteci" biz de "halkla ilişkilerci" olarak. Amansız hastalığa yakalandığı günlerde hastanede ziyaret etmiş, geçmiş olsun dileklerimi paylaşmış, en kısa sürede aramızda görmek isteğimizi kendisine iletmiştim birkaç yıl önce. Çabucak da iyileşti Nizamettin Abi.

İnanın ben kimseye bırakın ölümü, amansız hastalığı herhangi bir rahatsızlığı bile yakıştıramam. Tüm abilerime, dostlarıma, tanıyayım-tanımayayım herkese "sağlık, mutluluk, huzur" dilemişimdir şu yaşıma gelinceye kadar. Ben onun iyileştiğini düşünmek istedim ve yemin ederim soramadım karşılaştığımızda nasıl oldun abi, tamamen iyileştin mi diye. Ben onun iyileştiğini düşündüm hep, şifayla hastaneden taburcu olduğuna (kaldı ki birkaç kez daha hastane macerası olmuştu) kanaat getirdim. Belki ondan ağır geldi bana zamansız ebediyete intikali. Birbirimizden haberdar olduğumuz sosyal medyadan da takip ediyordum Nizamettin Abi'nin havadislerini son dönem. Aile fotoğrafları, mutlu gülücükleri... Herşey yolunda gibiydi...


Ottan çöpten herşeyi paylaştığımız şu sosyal medya aracılığıyla ya da bir mesajla olsun herşeyi öğrendiğimiz, bilgiye kolayca ulaştığımızı sandığımız bu mecra bu sefer beni atlattı. Nizamettin Abi beni anlayacaktır, bizim işler Cumartesi-Pazar dinlemiyor. Şükürler olsun bir işimiz vardı ve saat 15'lerde bitti. Bir küçük mesaj olsaylı küçücük bir mesaj... Çok üzgünüm ve Nizamettin Abi'yi sonsuzluğa uğurladığımız merasimde "Abi ben de buradayım. Seni rahmetle anıyoruz, seni seviyoruz ve dua ediyoruz" diyemedim yanıbaşından. Fakat söz en kısa sürede ebedi istirahatgahında ziyaretine geleceğim ve sana dua edeceğim. Belki sana "Nizo" diyebilecek kadar yakın olamadım ama yine de en azından "Abi" diyebildim.

"Abi" dediğim ağabeylerimden birini arıyorum yazım biter bitmez onu çok sevdiğimi ve çok sık görüşemesek de hala yakınımda olduğundan Tanrı'ya şükrettiğimi söylemek için...


Allah Nizamettin Abim'e rahmet eylesin, ailesine sabırlar versin. Sizlere de sağlık, mutluluk, huzur ve güzellikler diliyorum dostlar.

26 Nisan 2013 Cuma

İZMİR'İN ALTINI ÜSTÜNE GETİRMEK


İZMİR'İN ALTINI ÜSTÜNE GETİRMEK

Bu sabah gazetelere biraz dikkatle göz gezdirenler görmüştür:

"Muğla'nın Milas İlçesi'nde bir inşaatın temel kazısı sırasında yapılan sondaj çalışmalarında, tarihi kalıntılara rastlandı. Eserlerin ortaya çıkması üzerine inşaat çalışmaları durduruldu ve kurtarma kazısına başlandı..."

Aslında gün geçmiyor ki İzmir, İstanbul, Muğla gibi kentlerimiz öncelikli olmak üzere Anadolu'nun birçok yöresinde benzer olaylar yaşanmasın. Vatan topraklarının altında yatan zenginliğin farkında olan yurttaşların yönlendirmesi ile ya da şanslı bir kent ise ve idealist bir müze müdürü, çalışanı var ise onların girişimleriyle  müdahale edilmekte, gereği yapılmakta...

8.500 Yıllık köklü bir geçmişe sahip “Ege’nin İncisi İzmir"de yaşıyoruz., Hititler, İyonlar, Lidyalılar, Persler, Helenler, Romalılar ve Bizanslılardan Osmanlılara kadar birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış ve bu uzun tarihsel süreç, yapıtları ve buluntularıyla geride bıraktığı izlerini kentin her köşesine adeta serpiştirmiştir.

Birazdan sizlerle, ilk kurulduğu "Tepekule"den küçük bir yolculuğa çıkacağımız ve “Smyrna” olarak bilinen,  ismini de bir Amazon kraliçesinden aldığı rivayet olunan İzmir'i, kısmen yerin üstünde önemli bir bölümü de altında olan İzmir'i paylaşacağım.

Burada İzmir'de bulunan ve belki her gün önünden geçtiğimiz toprağın üstündeki eserlerden; camilerimiz, kiliselerimiz, sinegoglarımız, müzelerimiz ve eski evlerimizden söz etmeyeceğiz. Yeri geldiğinde bu yapılarımızı da bloğuma konuk edeceğim ancak bugün burada İzmir'in altındaki "asar"dan bahsedeceğiz genel olarak; dedik ya "İzmir'in altını üstüne getirmek":

Eski İzmir'in (Smyrna) güzelim körfezin kuzeydoğusunda ve yerleşim alanı itibariyle yüz dönüm olan bir adacık üzerinde kurulduğunu söylüyor ilk olarak tarihçiler. Uzun yıllar Meles Irmağı Yamanlar (Sipylos) Dağı’ndan sürüklenerek gelen sellerle toplanan mil  bugünkü Bornova ovasını oluşturmuş ve bugün de bildiğimiz tepeye dönüştürmüştür. Yerli yabancı (!) çeşitli üniversite, vakıf ve kişilerin gerçekleştirdikleri, tarih boyu süren arkeolojik kazılar bize İzmir'in tarihinin M.Ö. 8500 yıllarına kadar uzandığını gösteriyor.

Son seçimlerle ilçe olan bugünkü Bayraklı'daki Smyrna tarihinin; gerçekleştirilen ve gerçekleştirilecek kazılarla daha da eskilere dayandırılabileceği üzerine öngörülerde bulunulmaktadır.

Gerçekleştirilen kazılar  İzmir'in ilk sakinlerinin evlerini höyüğün en üst seviyesinde denizden 3-5 metre yukarıda ve kayalar üzerine inşa ettikleri yönünde ip ucu vermektedir. Bu yerleşimin Eski Tunç Çağı dönemine ait olduğu bilinmekte; Demir Çağı'nda ise İzmir evlerinin, çeşitli büyüklükte tek odalı yapılardan oluştuğunu, gün yüzüne çıkarılan en eski evin ise M.Ö. 1000'li yıllara kadar dayandırıldığını görmekteyiz. Gayet güzel kamufle edilmiş olarak ortaya çıkarılmış olan  bu tek odalı evin duvarları kerpiç, çatısı da muhtemelen sazlıklardan imal edilmiş olmalıydı.

M.Ö. 850’lerde eski İzmirliler'in kentlerini kerpiçten mamul kalın surlarla korumaya başladıklarını ve bu tarihten itibaren eski İzmir’in bir kent devlet kimliği kazandığı görülmektedir. Soylular, kentliler ve köylülerin kendi hiyerarşik yapısında yerleşim ve yaşam biçimlerine sahip oldukları düşünülmekte; tarımsal anlamda bu çağda eski İzmir'de zeytin ağaçları, tarlalar, bağlar, taş ve çömlek atölyeleri bulunmaktaydı. Tarım ve balıkçılık da bu dönemde ana sektörlerdi.

Athena Tapınağı eski İzmir'in en önemli kutsal yapısı. Bugün bu tapınağın korunan en eski kalıntısı M.Ö. 725-700 yıllarına tarihlenmekte. Kentin yıldızı M.Ö. 650-545 yılları arasında oldukça yükselmiş; yüz yıl gibi bu sürede  İon uygarlığının en güçlü dönemi yaşanmış.  İşte bu bu süreçte;  eski İzmir'in  balıkçılık ve tarımın yanısıra, Akdeniz ticaretinde de adından söz ettirdiğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle kent zenginleşmekte, büyümekte, refah düzeyi de artmaktadır.

Tabi bu dönemde daha çok yazılı materyalle karşılaşmaktayız. Athena Tapınağı'nda ele geçen ve bu döneme dair "sunu yazıtları" bizi doğrulamaktadır. Tarih boyu gerçekleştirilen kazı ve incelemeler Athena Tapınağı'nın (M.Ö. 640-580), Doğu Helen dünyasına ait en eski mimari yapıtı olduğunu göstermekte ve o döneme ait en eski ve en estetik sütun başlıkları da şu ana kadar burada bulunmuştur.

Sevgili Okurlar,

Bu yüzyılın ikinci yarısına kent mimarisi açısından baktığımızda cadde ve sokakların ızgara planlı, kuzeyden güneye ve doğudan batıya uzandığını, evlerin de genellikle güneye dönük olduğunu görmekteyiz. M.Ö.5. yüzyılda Hippodamos (birbirleriyle dik açı yaparak kesişen doğrusal caddelerden ya da kare veya dikdörtgen yapı adalarından oluşan kent planı) tipi adını alacak olan bu kent planı Yakın Doğu'da bilinen bir plandı. 

Diyebiliriz ki Bayraklı kentsel planı, bu tür kent uygulamasının Batı dünyasındaki en erken temsilcisi olmuştur. Diğer taraftan  İon uygarlığının en eski parke döşeli yolunun ise Eski İzmir’de gün ışığına çıkarılmış olması dikkat çekicidir. Bu dönemin sivil mimarlık açısından en eski yapıtı Eski İzmir’de 7. Yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan  taş çeşmedir. 

Yamanlar Dağı üzerinde anıtlaşan Tantalos Mezarı, tholos (yuvarlak planlı tapınak) biçimli anıtsal mezarlar için verilebilecek güzel bir örnektir. Elde kesin bir veri bulunmamakta;  bu abidevi yapıtın, Eski İzmir’de MÖ.520-580 tarihlerinde yaşamış olan eski İzmir'in yöneticisi Basileus ya da tiranın mezarı olabileceği düşünülmektedir.

İzmir ve çevresindeki bu bitek topraklar, tarım, balıkçılık ve denizciliğin yükselen değer olması, komşu Lydialıları harekete geçirmiş ve İzmir'e savaş açmışlar, kente oldukça büyük zararlar vermişlerdir. Fakat İzmirliler kentlerini yeniden kurmayı başarmışlardır.

Eski İzmir'in bir daha çöküşü Anadolu'da Pers istilasının sonuçlarından olmuştur.  Pers orduları Anadolu boyunca ilerlemişler, Lydia krallığına karşı Ege'nin tüm kıyı kentlerinin kendisini desteklemelerini istemişlerdi. Tabi bu istek Ege'nin kıyı kentlerinde ters tepti. Persler bu direnişi gördüler ve Lydia'nin başkenti Sardes'i ele geçirdikten sonra Ege'nin tüm kıyı kentleriyle eski İzmir'e de saldırdılar. İzmir bir kez daha enkaz haline geldi ve bu tahribat sonrası Smyrna'nın (Bayraklı) ilk yerleşim alanında bir daha kent düzeninde bir yerleşim görülmedi.

Buraya kadar, İzmir'in ilk yerleşimine ve olası zenginliğine dikkat çekmeye çalıştık.

Sırada Dünya'nın bilinen en büyük agorası "İzmir Agorası" var. 1932–1941 yılları arasında gerçekleştirilen ilk dönem kazılarla önemli bir bölümü ortaya çıkarılan İzmir Agorası... Dikdörtgen formda, ortada geniş (120 x 180 m) bir avlu çevresinde sütun ve kemerler üzerine inşa edilmiş, üç katlı ve önünde merdiveni olan bileşik bir yapı olduğu bu kazılarda ortaya çıkarılmış,  son dönemlerde yapılan kazılar sonucunda da İzmir Agorası'nın bugüne kadar bilinen en büyük Agora olduğu da ortaya çıkmıştır. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin Agora ve Çevresi Koruma Yaşatma ve Uygulama Projesi'nin umutvar bir çalışma olduğunu da söylemeden geçemeyeceğiz.

"Kadifekale" ve çevresi de dikkatle incelenmesi ve üzerinde çalışılmaya devam edilmesi gereken bir diğer hazinedir İzmir'de. İzmir'in merkezinde, Körfez'i boylu boyunca izleyebileceğiniz bir noktada inşa edilmiş olan Kadifekale M.Ö. 3.YY'da Büyük İskender'in talimatı ile inşa edilmiştir.

Kadifekale ilk yapıldığı dönemdeki özellikleriyle günümüze dek ulaşamamış; Kale Roma, Bizans, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de kullanıldığı için bu dönemlerde geçirdiği onarımların izlerini taşımaktadır. Çevresi bugün kontrolsüz ve bilinçsiz yerleşimlerle çevrili olmasına karşın Helenistik ve Roma dönemine ait sur duvarları bu kötü görüntüye meydan okumaktadır.

Denizden 186 metre yükseklikteki Kadifekale yaklaşık 6 km gibi geniş bir alan üzerinde kurulmuştur. Doğu ve Güney duvarları tamamen yıkılmış;  Kuzey ve doğu duvarları ile beş kulesi ise ayakta kalabilmiştir. Kulelerin yüksekliği 20-35 metre'dir. Kale içinde Bizans Dönemi'ne ait kemerli büyük bir sarnıç ve bir mescit kalıntısı bulunmaktadır. Dünya'nın en büyük antik tiyatrolarından (Roma) biri de bu yörede bulunmakta bu yapının da gün yüzüne çıkarılması için İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bir proje olduğunu bilmekteyiz...

Sevgili Okurlar,

Aslına bakılırsa İzmir'in neresinde bir tarihi yapı görürseniz - ki bu genel olarak ülkemizde ve Dünya'da tarihi kentlerin tümünde yüksek olasılıkla böyledir- dönemine göre belki çevresinde ciddi bir arkeolojik ya da sanat tarihi açısından öneme sahip bir kalıntı ya da buluntu ile karşılırsınız.

Bu karşılaşma da yine özellikle ya bir "inşaat çalışması" sırasında ya da "bir arızanın onarımı" sırasında kazma vurulduğunda büyük ihtimal rastlantı sonucu gerçekleşir.

Ben diyorum ki asıl zenginlik kentin altında gizlidir. "Kenti yeniden inşa etmek de kentin tarihsel süreciyle barışık olmakla daha da anlam kazanacaktır". "Ha çıkardık yerin altından sonra ne olacak" diyorsanız, orası daha önemli. Tarihi kalıntı ve buluntuların ortaya çıkarılması elbette çok önemli fakat burada asıl önemli olan onları koruyup yarınlara taşımak yönündeki kararlılığımızdır.

Akıllı ve öngörülü yöneticiler bunu yapar ve başarılı olurlar. Kimi okuyucuya biraz ironik gelmiş olabilir başlığımız ve dahi son sözümüz lakin:
"İzmir'in altını üstüne getirenler, kentin geleceğine yön verirler"



25 Nisan 2013 Perşembe

SABRIN SONU

SABRIN SONU

"Sabrın sonu selamettir" derler demesine de "nerede o sabrı gösterecek ben" diye sorduğunuz olmuştur kendi kendinize. Sabırlı olmak iyidir. Aslında olaylar karşısında nasıl davranacağını bilmek, olayları özellikle içindeki kişileri iyi irdelemek, sizi üzen kişi veya kişilerin sizin sabrınızı ne denli zorladığını ya da zorladıklarını görmek, görmeye çalışmak çözüm için iyi bir başlangıç olabilir. Sabırlı olmak hali doğuştan bize bahşedilmiş bir davranış modeli midir yoksa biz bu tavrı yaşarken olaylar karşısında mı geliştiririz?

İlk varsayımdan hareket edersek ve doğuştan gelen bir davranış olduğunu düşünürsek "sabırsızlıktan" kaynaklı hiçbir vakayla karşılaşmamış olmamız gerekir. Sözgelimi otobüs durağında geciken bir otobüsün gelmesini bekleyen bir grup insan içinde hiçbir şekilde homurdanma olmaması beklenir. Yani "robot" gibi beklenir, otobüsün ne zaman geleceği önemli değildir, hatta ne zaman gelirse gelsindir, gelir gelmez binilir ve yola devam edilir.

Diğer yaklaşımda ise; olaylar karşısında törpülenerek ya da muhtelif vakalardaki savunma, problemi savma ya da ortadan kaldırma sürecimiz; sonucunda bize ya da sevdiklerimize gelebilecek kalıcı ve üzücü bir durumla mücadelemiz sözkonusu. Bu durum akla biraz daha yatkın gibi. Yine otobüs durağı örneğinden hareket edersek; otobüs gecikir, yine çok aceleniz vardır. Tüm seçenekleri denersiniz. Baktınız olmuyor, şimdi cep telefonları var, ararsınız sizi bekleyeni, gecikmeyi bildirir, suyun akışına bırakıverirsiniz kendinizi. Burada sabrın yanında sükunet, metanet ve sanki tevekkül de var gibi ne dersiniz?..

Konumuza dönecek olursak; galiba biz sabırlı olmayı öğreniyoruz. Erdemli bir yaklaşım olarak sabırlı olmak durumu tabi daha farklı. Yukarıda verdiğimiz örnekler biraz daha toplumsal bir olay karşısındaki sabrımızı, tepkimizi, duruşumuzu da sınıyor. Ancak kişisel olarak mobbing başta olmak üzere bizi birebir etkileyen baskıcı durumlardaki sabrımız sanki bizi olgunlaştıran, erdemli birey olmamıza katkı sağlayan ve dahi  sıradan bir seleksiyon değil tamamen doğanın ya da inanıyorsanız Tanrı'nın takdiri gibi duruyor.

Koşullar zor da olsa sabrını ve metanetini yitirmeden; kişisel tahriklere ve uzun süren beklemelere meydan okuyan sabırlı bir insan olmak lazım. Sabrın bir zenginlik olduğunu unutmamak, süreç içinde kişiye maddi-manevi kazançlar sağlayacağını göz ardı etmemek lazım.

Sabrın acı ve zorlu bir durum olduğunu ancak meyvesinin tatlı olduğunu, eskilerin sabırla koruktan helva bile yaptıklarını, derviş hazretlerinin sabırlı olmakla muradına erdiğini, sabırlı olunursa dut yaprağından atlas yapılabildiğini ve olaylar karşısında sabırlı olan kişinin başına "güzel işler" geldiğini unutmamak gerek.

Süreci ne olursa olsun sabır, sonucu kazançlı olan müthiş bir erdemdir. Bundan maddi getiri bekleyen de olabilir, manevi bir gelir bekleyen de. Unutmamak lazım "sabırlı olmak iyidir, sabrın sonu selamettir"